18 Mayıs 2010 Salı

Osmanlılar Kimdir?


Osmanlı’nın aidiyeti

Osmanlı Devleti’ni kuran Osmanoğulları hanedanı, Türk soylu idi. Osmanoğulları hanedanı, kuruluştan yüz-yüz elli yıl sonra ortaya çıkan kroniklerde kendi soylarını Oğuz/Kayı boyuna bağlamışlar, bunu siyasî meşruiyetlerinin temellerinden biri haline getirmişlerdir. Ahmedî’nin İskendername’sine eklenmiş manzum Osmanlı tarihinden başlayarak Şükrullah, Yazıcıoğlu, Âşıkpaşazade, Nişancı Karamanî Mehmed Paşa ve Neşrî gibi müelliflerle anonim tarihlerdeki kayıtlar, Osmanlı hanedanının kendisini Oğuz soyuna bağlayışına tanıklık eder (Emecen, 152-157). Bu bilinç düzeyi en azından Fatih’in oğullarına kadar sürmüştür. Her ne kadar, II. Murad dönemi tarihçisi Yazıcıoğlu Ali, “Ol zamanlarda Oğuz töresinden bakiye vardı, şimdiki gibi unutulmamıştı.” diye yakınsa da Cem Sultan’ın bazı Oğuz rivayetlerini derletmesi, oğluna Oğuz adını vermesi bu Oğuz aidiyeti iddiasının daha uzun ömürlü olduğunu gösterir. Osmanlı’nın bu aidiyet iddiasının bir belgeye dayanmadığı, dolayısıyla “uydurma” olduğu[1] görüşüne karşı, söz konusu kroniklerdeki iddianın “şecere uydurma da olsa” derin bir anlamı olduğu, bu şecerelerde ortaya konulan kimi isimler gerçek olmasa da iktidarın meşruiyetini Oğuz soyunda arama/bulma geleneğinin gerçek olduğu belirtilmektedir (Bulduk, 161-166). Bilhassa I. Bayezid’in Timur’a yenilmesinden sonraki süreçte Timur ve oğullarının Osmanlı hanedanını kendilerine bağlı saymaları karşısında kendi meşruiyetlerini ispat çabası da bu Ortaasyalı köklere bağlanma çabasını kuvvetlendirmiştir. Kaldı ki, meşruiyetin kaynağının Oğuz soyunda aranması yalnızca Osmanlılarda değil, başka Türk beyliklerinde, mesela Karamanlılarda da görülen bir gelenektir (a.e., 165)[2].
Kurucu hanedanın kökü nereye bağlanırsa bağlansın, artık bir devlet olarak tarih sahnesinde yerini aldığında Osmanlı Devleti, muhakkak ki, kendisini Türk/Oğuz/Kayı olarak hissediyordu; aksi takdirde kendi himayelerinde hazırlatılan kroniklerdeki aidiyet iddialarını izah edebilme şansımız kalmaz. Hanedan Türk olduğu gibi, onunla birlikte hareket eden esas unsur da Türklerden oluşmaktaydı. Nitekim Osmanlıyla mücadele eden Avrupalı unsurlar bu gücü bütün olarak “Türk” olarak isimlendirmekteydi. Osmanlı hanedanının etrafında toplanan, onunla birlikte ve onun yönetiminde savaşan bütün unsurların Avrupalılarca (Bizans veya Macarlar gibi) “Türk” olarak isimlendirilişine dair Âşıkpaşazade’nin Tevarih-i Âl-i Osman’ında birçok yerde kayıt vardır.[3]
Osmanlı’nın etrafında toplanan Türk unsurlar dışında, ele geçirilen topraklarda kendilerine kattıkları unsurlar da vardı. Bunların bir kısmı verilen istimaletler veya gayrimüslimlerden alınan kimi vergilerden kurtulmak için din değiştiren Hıristiyan ahali idi. Müslümanlaşan bu kitlelerin, yoğun Türk göçebeleriyle de karışarak hızla Türkleştikleri kabul edilebilir. Karal, daha Selçuklular zamanında çevreye yerleşen Türk köylerinin merkeze doğru bir Türkleşmeye ve Türkçeleşmeye yol açtığını, şehirlerdeki ticaret ve zanaatle uğraşan yerli ahalinin de hem bu nüfus baskısı altında, hem de yönetici sınıfa olan yakınlıkları bakımından bir dereceye kadar Türkleştiğini yazar (Karal 1978, 17-19)[4]. Osmanlı’nın takip ettiği istimalet politikası sayesinde Ruhî Tarihi’nin de belirttiği üzere "gün olur binlerce Hıristiyan İslam'a geçiyordu" (İnalcık 2003, 17). Benzer bir kayıt da Âşıkpaşazade’de vardır. İznik’in fethinden sonra Taraklı, Göynük, Mudurnu civarı da ahaliden ‘ahd ve eman ile’ alınır. Süleyman Paşa halka son derece adaletli davranır : «Ol vilâyetün halkı eydürlerdi kim : “N’olaydı evvelden de bunlar bize hâkim olalardı.” dirler-idi. Ve niçe köyler bu Türk halkını gördiler, Müsülmân oldılar.» (s. 369-370). Bu kitlesel Müslümanlaşmalar bilhassa Anadolu’da ve Balkanların yoğun Türk göçü alan bölgelerinde Türkleşme anlamına da geliyordu. İnalcık, ‘İslamiyet’in Müslümanın yaşamını, tüm davranışlarını sıkı kurallara bağlayan bir din olarak, mühtediyi tam bir kültürleşmeye tabi tuttuğunu; Müslüman olan gayrimüslimin zamanlı Osmanlı-İslam cemaatinin her bakımdan bir üyesi olduğunu; Balkanlarda Müslüman olmanın Türk olma anlamına geldiğini’ söyler (İnalcık 2003, 17). Elbette, bunun dilsel yansıması her yerde aynı olmamıştır. Anadolu’da Müslümanlaşma kesif bir Türkçe konuşan kitlenin içinde gerçekleştiği için kısa sürede dilsel Türkleşmeyi de getiriyordu; Balkanlarda ise bu derece derece farklılaşıyor; kimi Müslüman unsurlar hiç Türkçe bilmeyebiliyorlardı. Evliya Çelebi’nin Mora hakkındaki şu kaydı bu duruma işaret etmektedir : “Evvela nefs-i Mora’nın cümle mü’min  ü muvahhid müselmânlarının lisânları Urumşadır.” (c. 8, 261b). Bu konudaki kayıtları toplumdaki dil tabakalaşmaları açısından ileriki bölümlerde ele alacağız.
I. Murad zamanından itibaren önce savaşlarda esir edilen, sonra bizzat devşirilen Hıristiyan çocukların Türk ailelerin yanına verilerek Türkleştirilmelerini de bu bağlamda hatırlanmalıyız. Başlangıçta doğrudan Hanedan’a bağlı silahlı bir gücü (kapıkulu), sonraları bunun yanında Osmanlı yönetici sınıfını oluşturan bu unsurlar dilsel olarak Türkleştirildikten sonra devlet hizmetinde yetiştirilmek üzere merkeze alınan devşirme çocuklardan ibaretti. Sonraki yüzyıllarda, iyi eğitilmiş ve Türkçe konuşan bu kitlenin Türk dilinin gelişmesi üzerinde derin etkileri olmuştur.
Osmanlı hanedanın etnik aidiyeti üzerinde uzlaşma olsa da, evlilikler yoluyla bu Türklüğün kaybolmuş olduğu iddia edilir. Aidiyeti genetik kodlarla izah etmeye çalışan bu bakış açısındaki sakatlığı bir tarafa bırakarak Osmanlı’nın “Türklük” karşısındaki tavrının bilhassa Fatih Sultan Mehmed’den sonra esaslı olarak değiştiğini söyleyebiliriz. Bu ise, göçebe ekonomisini ve kültürünü sürdürmeye çalışan soydaşlarla yerleşik olanlar arasındaki mücadele şeklinde geçmiştir. R.P. Lindner, 15. yüzyılda yönetenler ve yönetilenler olarak iki sınıfa ayrılmış olan Osmanlı Devleti’nde yönetenlerin ‘Küçük Asya göçebeleri’ni, yani bir kısmı Osmanlı’nın kurucu unsurları arasında yer alan Türkmen/Yörükleri yerleşik düzene sokarak tebaa haline getirmeye karar vermiş olduğunu belirterek bu unsurlarla ilgili pek çok örneği olan düzenlerdeki amacın göçebe aşiretleri yerleştirerek veya göç yollarını belirleyip rutinleştirerek ‘yerleşik topluma dönüştürmek’ olduğunu ileri sürer (Lindner, 88). Osmanlıların göçebe Türkmen aşiretlerini ‘yerleştirme/iskân’ çabaları[5] ve ‘çatışmaları’ İmparatorluk çökünceye kadar sürmüştür.
Bu yerleşik merkez ile göçebe taşra arasındaki mücadele, hayata bakış ve zihniyet farkı, zamanla “Türk” etnonimine olumsuz ve pejoratif anlamlar yüklenmesine yol açmıştır. “Türk”ün ‘göçebe’, ‘köylü’ ‘cahil’, ‘kaba’ vs. anlamlar içerdiği çeşitli ibareleri Türk asıllı şair ve yazarların metinlerinde de görebiliriz[6]. Bu anlayışın veya kavrayışın Osmanlı’da geliştiğini iddia etmek haksızlık olur. Osmanlı öncesi veya Osmanlı dışı Anadolu’sunda, hatta Doğu Türk coğrafyasında bile benzer bir yaklaşım vardı. Türklerin vahşi ve kaba, dillerinin de dikkate alınmaya değmez bir dil olduğu iddiası, Memlûklüler döneminde Arap kökenli Mısırlı ulema arasında yaygın bir görüştü. Arap asıllı din bilginleri böyle bir halka mensup hanedanın iktidarının meşru olmayacağı ideolojisini alttan alta yayıyorlardı. G. Lancioni’ye göre Memlûklüler döneminde yönetici Türk elitin patronajında hazırlanan ve Türklerin meziyetlerini, kültür ve medeniyetlerinin yüksekliğini, dillerinin Arapça ile eş değerde bir dilbilgisi yapısına  ve söz varlığını sahip olduğunu göstermeyi amaçlayan çalışmalar da meşruiyeti temellendiren antitezleri ortaya koyuyordu (Develi 2002). Demek ki, olumsuz ‘Türk’ algılamasının kökleri Osmanlı’da değildir.
Osmanlı hanedanı veya artık sadece hanedanla sınırlı kalmayan Saray, Türk kökenlerinden hızla uzaklaşmakla birlikte, Türkçe çoğu durumda anadil olarak varlığını sonuna kadar sürdürmüştür. Artık hanedanın veya dar saray çevresinin adı olmaktan çıkıp bütün bir devlet mekanizmasının tanımı haline gelen ‘Osmanlı’nın etnik aidiyeti ile dili arasındaki ilişkiyi, İ. Ortaylı, bir sohbetinde şöyle açıklamıştır :
«...Devlet dairelerinde Türkçe konuşulur, Türk devletidir, ordudaki, bürokrasideki dil Türkçe’dir. Osmanlı İmparatorluğu’nun kesintisiz bütün kayıtları, yazışmaları Türkçe’dir (...) Türkçe konusundaki bu Türklüğe rağmen kimlik bilinci haline gelmiş bir Türklük söz konusu değil... Bir kere kendisine Türk demiyor, öyle bir gayreti yok, başka ad koyuyor. Önce Müslüman demiş, sonra Osmanlı demiş...» (Armağan, 152).
Buradaki genel hükümlere karşı çıkmak veya en azından şerhler koymak mümkünse de Türkçe’nin yerinin vurgulanmış olması önemlidir. Demek ki, hanedan veya kurucu çekirdek kadro anadillerini terk etmemişlerdir. Bize göre bu dil Osmanlı aidiyetinin özünü oluşturmaktadır

(Kaynak: Hayati Develi, Osmanlı'nın Dili, Kesit Yayınları, 2009).


[1] Osmanlı’nın etnik kökenine dair farklı yorumlar da vardır. Heywood, bu konudaki tartışmalara değinir ve kendi görüşünü ifade eder. Burada, yerli bir tarihî kaynak olarak, Osmanlı resmi görüşü dışında kalan, konuya Karamanoğlu noktasından yaklaşan Şikarî’deki bir kaydı aktarmakla yetiniyorum. Bu kayıt Osmanlı’nın soyluluk/Oğuzluk gibi aidiyet iddialarına bütünüyle aykırıdır : “İbni Eşref bin yiğit ile Germiyanoğlu’na yakın erişdi. Çağırup eydür : Ey Germiyanoğlu, kaçan şaha asi oldun, diyarına kasd eyledin? dedi. Germiyanoğlu eydür : Anuniçün asi oldum ki Osman’ı bir gedâ iken şâh eyledi. Aslı yok, cinsi yok bir yörük oğlu iken beğ oldı, beğzadeleri beğenmez oldı, ocak erlerin incidir oldı.” (Şikarî, 111b.)
[2] Ayrıca bk. Şikari, 29b. İnalcık da, ‘her önemli Türk hanedanının egemenliğini meşru göstermek için ailesini Oğuz Han soy kütüğüne bağlama çabasında olduğunu, Türk devletlerinde İslamî meşrûluk prensibi yanında bu geleneğin de kuvvetle yaşadığını’ belirtir (İnalcık 1999a, 12; 1999b, 27).
[3] «... Birkaç gün kim ceng itdiler; hisâra zebûnlık gösterdi. Gördiler, ceng iderken hemân dönüben kaçdılar. Kâfir hisârdan çıkdılar, Türkün kaçduğın görüben. Hisâr öninde bir Türk buluban tutdılar, hisârun tekürine getürdiler. Sordı kim : “Dahı Türk var mıdur?” Türk eydür : “Yokdur, hemân varı kaçup gitdi.” Tekür bu sözi işidicek be-gâyet ferahnâk oldı, câsûs göndürdi. Geldiler gördiler, hiç Türk kalmamış, gitmiş. Tekür bu habarı bilicek hisâr kapusın açdı. Eyitdi : “Varayum, Türkün ardını basayum, Türk zebûnmış, dereden çıkartmayın.” didi. Bindi vü sürdi. Hisâr yanındağı pusu, kapuyı aldı. Yokarıdagı duran Türk dahı gözükdi. Tekür eyitdi : “Dahı Türk var-ımış.” didi. Döndi hisâr önindegi duran Türke dahı kendüyi urdı. Boğazı ele virdi...» (Âşıkpaşazade, 349).
[4] Mükrimin H. Yınanç, Anadolu’da Türk yayılmasının başladığı yüzyıllarda Helen öncesi yerli unsurların (Hititler, Traklar vs.) bir kısmının dillerini korumakta olduğunu, Bizans yönetiminden bizar olan bu unsurların Türklerle kolayca kaynaştığını ve Türkçenin bu dillerin izini sildiğini; Rumca ve Ermenice gibi dillerin ise, Türklerin kesif ve ekseriyette olmadığı yerlerde yaşamaya devam ettiğini yazar (Yınanç 1944, 177-178). 
[5] «Osmanlılar göçebeleri, bağımsızlığın ve hareketliliğin beslediği bir tehdit, yerleşik toplum rüyasına karşı potansiyel bir tehlike olarak gördüler. Uygarlık dışı yaşamlarından kendilerinin ve daha çok Osmanlıların kurtarılabilmeleri adına, göçebeler için “iskan ve yerleşme” daha hayırlı olurdu.» (Lindner, 96).
[6] ‘Türk’ kelimesine yüklenen bu anlamların örneklendirilmesi ve tartışılması bu çalışmanın boyutlarını aşar; ancak Fatih Kanunnamesindeki şu kayıt ilgi çekicidir : «Eger biregü hamr içse, Türk veya şehirlü olsa, kadı ta’zîr ura. İki ağaca bir akçe cürm alına.». Ayrıca bkz. Köprülü 1986’da s. 196 ve ilerisindeki malumat.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder